Sayfalar

3 Mart 2013 Pazar

ANTALYA AKVARYUMU

ANTALYA AKVARYUM


Çıplak ayaklarım çakıl taşlarına değiyor, denizi kokluyorum. Sabahın körü ya da akşamüzeri, mis gibi deniz kokusu, masmavi Akdeniz…
Başka bir zaman dilimi Barselona Akvaryum’unda kahkahalarla köpek balıkları olan tünelden geçiyorum…
Ege Denizi güneş batıyor, bembeyaz balıkçı sandalları… Elimde kitabım hayallere dalıyorum…
Montauk’da okyanusa dalıp uçsuz bucaksız bu okyanus kim bilir kimleri misafir ediyor diyorum. Binlerce ismini bilmediğim deniz hayvanları…
Dubai Mall’de gezinirken o dev akvaryumlara hayranlıkla bakıp, saatlerce gözlerimi alamıyorum…
İşte kişisel tarihime tıkılıp kalmış anılarımı yerinden çıkarıp beni mutlu eden Antalya Akvaryumundayım… Anılarımın daha fazlası saatlerce vakit geçirebileceğim en ince ayrıntılarla donatılmış bir dev Akvaryum burası…
Farklı farklı temalar sizi nerelere götürüyor, kah Hint Okyanusundasınız kah Cebelitarık Boğazına… Türkiye’de ve Dünyadaki denizlerde yaşayan tüm canlılarla tanışıyorsunuz… Hayatın mucizelerine ve doğanın gücüne teslim oluyorsunuz. Binbir canlının birbiriyle uyum içinde yaşaması, renklerin gücü büyüleyici. 40 temadan oluşan bu dev Akvaryum bize denizlerde yaşayan canlıları, deniz altı yapısı ve tarihiyle öğretmesi açısında da önemli. Zira akvaryumdaki deniz altı temaları, aslında bir beyin cerrahı olan ancak akvaryum iç dizaynına gönül vermiş ünlü İtalyan heykeltıraş Benedetti tarafından her bir denizin orijinal yapısına uygun olarak tasarlanmış. Yani tarih ve doğa iç içe olunca gezmek daha keyifli. Mesela İkinci Dünya Savaşı sırasında Akdeniz'de düşürülen İtalyan bombardıman uçağı (Savoia- Marchetti SM79) bire bir ölçülerine uyularak yapılmış ve kocaman tankın içinde sergileniyor. Bu uçağın çevresinde dünyanın en uzun akvaryum tünelinde dolanıyorsunuz tıpkı batık şehirlerde bir dalgıç gibi… Jules Verne’nin Denizler Altında Yirmi Bin Fersah kitabında bir sayfadasınız. Behrengi’nin Küçük Kara Balık’ları burada. O yıllarca adını duyunca ürperdiğimiz Jaws yanımızdan tüm asaletiyle geçiyor… Kayıp Balık Nemo size göz atıyor… Arkadaşı Doli, birkaç saniye önce yanından geçen ve çocukların taktığı adla Beyin Balığı’nı hatırlayabilecek mi? Saatlerce gözünüzü kırpmadan bu muhteşem canlıları seyrediyorsunuz…
Sadece seyir değil denizlerin altındaki canlıların yaşamları hakkında da bilgi sahibi oluyorsunuz. Mesela müren balıklarının dalgıçlar için ne kadar korkunç olduğunu burada öğrendim. Kayaların arasında tam da dalgıçların merakla bakındıkları yerlerde bazen 5-6 metreyi bulan gövdelerini kayalara sararak dişlerini geçirmek için avlarını beklediklerini daha önce duymamıştım. Ahtapotların ne kadar anaç olduklarını da burada öğrendim. Yumurtalarını bıraktıkları yuvalarını ölünceye kadar terk etmeyişleri… Bu ne iç güdüdür böyle…
Yurtdışı yaz okullarında özendiğim canlı ders görme evime sadece birkaç adım mesafede. Ne mi diyorum. Antalya Akvaryumunda çocuklar için bir bölüm oluşturulmuş. Çocuklar hem balıkların eşsiz geçit törenini izleyip hem de çeşitli konularda ders alsınlar, bilgi ve görgülerini arttırsınlar diye hazırlanmış bir mekan burası. Çocuklara bu kadar önem veren bir yer gözümde daha da değerli benim için. Her şey o nefis yavrularımız için değil mi?
Akvaryum’un bir üst katında Kar Odası görülmeye değer. Özellikle dışarıda pırıl pırıl güneş varken orayı deneyimleyin derim zira fantastik. Burada ne güzel sucuk-ekmek partileri verilir. Kar temalı doğum günü partileri nefis olur. Eee gelmişken de lastik botlarla kaymayı ihmal etmeyin.
Peki bu dev tesis bunlarla bitiyor mu? Cevap hayır. En üst katta yemek alanı ve kafeler var. Değişik mutfaklardan size uygun olanı seçip bir yandan dinlenirken bir yandan da eşsiz Akdeniz manzarasının tadını çıkarabilirsiniz.
Biz kızımla müzeleri gezdikten sonra hediyelik eşya bölümünde çok eğleniriz. Hem de biraz önce salonlarda sergilenen, bizde değişik hatıralar canlandıracağını bildiğimiz nesnelerin küçük hediyeliklerinden alırız.  Burada da geleneği bozmuyoruz ve akvaryumdan çıkarken Nemo oyuncaklarından alıyoruz.
Burası ailenizle, çocuklarınızla keyifle gezebileceğiniz, vakit geçirebileceğiniz bir yer. Sevgiyle kalın…
 ***
"The Sea, once it casts its spell holds one, in its net of wonder forever."
- Jacques Cousteau


            To live in a sea, the place where I wanna be… But how? As a girl named Su –which means “water” in Turkish- I was always very interested in oceans and stuff. …and one day, I’ve heard that an aquarium had opened. So, my first destination was Antalya Aquarium, to meet the wonder.
         I started my tour with the “friends” from Indian Ocean. Then, I went along with the guys from Pasific and learnt a fact that the color changes to the species’ ocean. When you look through the glass, it feels like you’re watching a high-tech 3D movie without glasses. You feel so close to touch them, but they’re “cool” creatures, they just catch a glimpse at you and then hurry to their own life.
         During my tour, I was reminded the film, Nemo. I’ve spent the half of my childhood with it and my interest to sea-life could be started from that moment. J So, it was really exciting for me to see the aquarium.
         Nature keeps the composition inside, the rhythm which makes the things come together perfectly. This is why I was amazed so much. In the place where fish stay, you’ll see the awesome decorations and most of them look very real.
         So in this aquarium, many types of fish are ready to greet you. You have the chance to see a clownfish (Nemo), blue surgeonfish (Dory), seahorse (Sheldon) or even a ray! (Mr. Ray) As you see, I’m really in love with the movie, “Finding Nemo” and this aquarium required me the oppurtunity to watch them swim behind the glass.
         In addition to this, the aquarium also gives you the opportunity to see the “scary-looking” creatures, sharks. But they don’t seem like “the killer-shark” Jaws, I mean I had a different connection with them. I know you’ll agree with me when you walk through the tunnel. But, have to admit that rays are my all-time favorite. Anyway…
          After all of this superb sights, your feet and body would feel a bit tired. Then, what should we do? Hmm… There’s something “cool” for the winter lovers there: “Snow World.” That facility makes you feel like you’re on the top of a mountain. Brr… Drinking coffee may help you to warm your body.
         When you hear your belly starting to play the drums, it’s the time for a nice appetite. For delicious Japanese cuisine, I offer you to go to Sushico. After that, for yum-yum-yummy desserts you need to eat at Black Stone Cafe.
         If you want to bring some moments to your home, you can have your pictures and more at the Souvenir Shop.
         Come on, the adventure doesn’t wait!
                                                                                     -Su Yılmaz-
Not: www.fullantalya.com sitesi için yazdığımız yazılar.

5 Şubat 2013 Salı

BERLIN

YOKSUL ama SEKSİ         
BERLİN
Berlin Belediye Başkanı Klaus Wowereit, Berlin’i beş yıl önce “yoksul ama seksi” diye tanımlamış. Benim kafamdan geçense görmüş, geçirmiş ve olgun bir şehir Berlin. Şehri ikiye bölen, bir dolu filme konu olmuş, şimdilerde fiziksel değil ama duygusal varlığını hissettiğiniz bir duvar! Bu duvar şehri ve insanları olgunlaştırmış bence. Her an bu şehirde neler yaşanmış merakıyla geziyorsunuz.

Biz eşim ve kızımla kısa bayram tatilinden yararlanıp hızlıca karar verip geldik Berlin’e. Booking.com’dan bulduğumuz, eskinin bohem şimdinin modern bölgesi Mitte’deki apart katına yerleşiyoruz. İlk günün heyecanıyla kendimizi Berlin’in simgesi haline gelmiş Wittenbergplatz (U1, U2, U3) durağında bulunan KaDeWe (Kaufhaus des Westens) mağazasına atıyoruz. Yedi katlı bu mağazanın 6. ve 7. katında bulunan yiyecek reyonları hem alıp götürmek hem de orada yemek için tecrübe edilmeli. Midemiz doymuş ama gözümüz aç vaziyette ayrılıyoruz KaDeWe’den…
Ertesi gün erkenden Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonna'sını aramaya başlıyoruz Berlin sokaklarında.
"Sonra, bir şey arıyormuş gibi gözlerini yüzümde gezdirerek:
"Berlin'de yalnızsınız değil mi?" dedi.
"Ne gibi?"
"Yani… Yalnız işte… Kimsesiz… Ruhen yalnız… Nasıl söyleyeyim… Öyle bir haliniz var ki…"
"Anlıyorum, anlıyorum… Tamamen yalnızım… Ama Berlin'de değil… Bütün dünyada yalnızım… Küçükten beri…"
"Ben de yalnızım…" dedi. Bu sefer benim ellerimi kendi avuçlarının içine alarak: "Boğulacak kadar yalnızım…" diye devam etti, "Hasta bir köpek kadar yalnız…"


Çok kısa süreliğine Berlin’de olduğumuz için Hop On Hop Off şehir turu satın alıyoruz. Hava soğuk ve gezilecek bir dolu yer var. Şehir turu kaldığımız yere yakın 365 m.lik Alexanderplatz TV Kulesinden başlıyor. Muazzam binasıyla Berliner Dom, Rotes Rathaus (Kızıl Saray), Müzeler Adası, Reichsatg (saydam kubbesi görülmeye değer), Brandenburger Tor (şehrin simgesi kapı, 60’lı yıllarda bölünmüşlüğün 89’dan sonra özgürlüğün sembolü haline gelmiş), Holocaust Mahnmal (Nazi soykırımına uğrayan Yahudiler anısına yapılmış Soykırım Anıtı), Hauptbahnhof, Groser Stern, meşhur alış-veriş caddesi Kurfürstendamm (Kudam), kentin sanatsal merkezi Postdamer Strasse - buradaki Sonny binası, sinemalar ve Film Müzesi- görülmeye değer. Yine bu bölgede Dali - Die Ausstellung gezilebilir. Minik kafeleri, özel butikleri, gezici tasarımcılarıyla Kreuzberg gezilmeye değer semtlerden. Duvar zamanında kenar bir semtken, şimdi tam merkezde kalmış bir semt. Hemen yakınında Checkpoint Charlie noktası bir tarafta Rus bir tarafta Amerikan askeri bulunan dev cam afişiyle ilginç geldi bana. Buradan geçiş sağlanıyormuş doğu ile batı arasında. Şimdi Amerikan ve Rus askerlerinin arasında mizansel fotoğraf çekilebilirsiniz. O dönemi gözünüzde daha iyi canlandırmak isterseniz Berlin Duvar Müzesi (Museum Haus am Checkpoint Charlie) görülmeye değer.
Buradan yürüme mesafesinde bulunan Yahudi Müzesi (Jüdische Museum) mutlaka görülmeli. Nefes kesici. İnsanlık ve Yahudilik tarihi açısından önemli. Berlin’de en etkilendiğim müze diyebilirim. Gaz odası ve bahçede bulunmak kızımın ve benim gözlerimizin dolmasına yetti. Bina mimarisi gerçekten çok etkileyici, adeta yaşananları yaşatıyor size.
Yahudi Müzesi’ne yakın Berlin’s Museum of Modern Art’a uğrayın ve gezin derim. Retro yaşamları, aile kesitlerini görmek bizi eğlendirdi. Bir domuzun kesiliş öyküsünü fotoğraflarla anlatıp, labirent gibi bir yerde sergilemek farklı tecrübeydi bizim için.

Berlin müzelerinde sergilenen hazineler çok çeşitli. Gitmeden önce bir arkadaşım müzeleri gezmeye doyamayacaksın demişti doğru valla.  Müze Adası'ndaki (Museums İnsel) Bergama Müzesi (Pergamon Museum) içinde yer alan Bergama Zeus Sunağı ve Babylon'un Şehir Kapısı’na büyülendim. Bu kadar büyük bir eserin nasıl olup da buralara geldiğini araştırınca önce gizlice kazılar yapılarak bir bölümünün kaçırıldığı sonra da oldu bittiye getirilerek II. Abdülhamit’ten izin alınıp tamamının taşındığını öğrendim. Yalnız takdir etmeden geçemeyeceğim bir konu sergilenişleri mükemmel. Hemen üst katta ki İslam Eserleri Müzesi’nde de eşsiz parçalar göz kamaştırıyor.

Berlin müzelerindeki en paha biçilmez eserlerden bir tanesi de yeni yerleşim yeri Neues Museum olan Nefertiti'nin Büstü ve Alte Museum’daki Rodin’in heykeli.  Başka hiçbir şehirde olmayan bir duygu burada tarihe karışmak istememiz. Her taşın toprağın tarihini bilmek istiyorsunuz. Almanya’nın başkenti Berlin savaşlardan ve politikalardan en çok etkilenen bir şehir.  Gezmesi ve tecrübe etmesi de bir o kadar keyifli şehir. 
Şimdi size Berlin’de yemek yemeye doyamadığım bir yerden bahsetmek istiyorum. Rogacki… Wilmersdorfer Straße 145/146 10585 Berlin-Charlottenburg adresi. Burası  balık pazarı gibi bir yer. Sadece alıp evinize götürebileceğiniz gibi orada ayaküstü de yiyebiliyorsunuz. Yolunuz Berlin’e düşerse kesinlikle gidin, mükemmel lezzetler… Yalnız, mesai saatlerine dikkat edin. Hafta içi 18.00-19.00’a kadar, Cumartesi ise 16.00’ya kadar açık.
Kentin 30 km güneybatısında ki Postdam’a gidiyoruz. Vaktiniz varsa bu barok kenti mutlaka görmelisiniz. Masalsı bir tarih içinde büyüleniyorsunuz. Sanssouci’deki 18. ve 19. yüzyıl tarihli saray ve bahçeler muhteşem.  Schloss Sanssouci Sarayı ve bahçesi çok bakımlı. Orada mola verip Mövenpick Otel’de tıpkı saraydaymışsınız gibi Alman geleneği olan Kaffee und Kuchen kahve ve kurabiye molası vermelisiniz.
Berlin deyince aklınıza gelmesi gereken bir eser de Yozgat’lı Osman Kalın’ın Berlin Duvarının dibine yaptığı gecekondu… Ev arada kalmış, yıkmaya çalışmışlar ama doğu – batı arasında diplomatik sorun olmak üzereyken evin yanındaki kilisenin papazının da desteği ile yıkılamamış ve günümüze kadar gelmiş. Şu günlerde de tapusunun verilmesi bekleniyormuş. Üst katta Türk-Alman bayrakları arasında Almanca Ağaç Ev tabelası, evin duvarından geçen ağaç, çalınmasın diye ayaklarına çimento dökülen bahçedeki masa, eski somyadan yapılmış bahçe çiti, bahçede ekili lahanalar…
Sizlere bir çırpıda önerebileceklerimiz bunlar. Daha ayrıntılı bilgileri www.aylinayazyilmaz.blogspot.com bloğumdan okuyabilirsiniz.  Berlin’e gelmek için bir dolu neden üretebilirsiniz. Mesela film severseniz, 7-17 Şubat 2013 tarihlerinde 63. Berlin Film Festivali’ne gidebilirsiniz. Ben tarih aşığıyım diyorsanız Berlin sizi kucaklıyor. Yok, ben alış-veriş canavarıyım diyorsanız, kocaman bir şehir markalarıyla ve dizayn butikleriyle sizi bekliyor. Eğlence severim derseniz geceleri tecrübe edilmeli. Yani Berlin’e gitmek için yüzlerce neden sizi bekliyor. Mutlaka görülecek şehirler listenize ekleyin derim.

Bu yazım kasım ayı Antalyaface Dergisi’nde yayınlandı. Biz yarın 63. Berlin Film Festivali’ne gidiyoruz. Bu arada Berlin’e ilk gidişimizde sevgili arkadaşım İzim Oray’ın önerileri sayesinde nefis yerler gezdik, keşfettik. Ona blogumdan teşekkür etmek istiyorum… Berlin Film Festivali anılarımızı sizlerle paylaşmak ümidiyle…


29 Ocak 2013 Salı

KIRMIZI ORMAN/NİLAY ŞANLI

KIRMIZI ORMAN
Kırmızı Orman


Arkadaşım Badem Ağacı:                  

Sen ağaçların aptalı
Ben insanların
Seni kandırır havalar
Beni sevdalar
Bir ılıman hava esmeye görsün
Düşünmeden gelecek kara kış…
Açarsın çiçeklerini…
Bense hayra yorarım gördüğüm düşü...
Bir güler yüz bir tatlı söz…
Açarım yüreğimi hemen
Yemişe durmadan çarpar seni karayel
Beni kara sevda
Hem de bilerek kandırıldığımızı
Kaçıncı kez bağlanmışız bir olmaza
Koş desinler bize şaşkın
Sonu gelmese de hiç bir aşkın
Açalım yine de çiçeklerimizi
Senden yanayım arkadaşım.

Nilay Şanlı’nın ilk kitabı Kırmızı Orman elimde. Antalyaface’in kurucusu sevgili arkadaşım Fulya Sarman’ın önerisiyle bir çırpıda okuyup, bitirdiğim Kırmızı Orman’ı çok beğendim. Kimi sayfada kendimi, kimi sayfalarda arkadaşlarımı buldum. Karakterler ve olaylar öyle güzel anlatılmış tanımlamalar öyle güzel yapılmış ki kitabı elinizden bırakmadan bir çırpıda okuyup bitirmek istiyorsunuz. Yazar günümüz olaylarını, kadınsal sorunları polisiye bir kurguyla anlatınca daha heyecanla kitaba sarılıyorsunuz. Kitabı okurken zaman zaman bu öyküden iyi bir dizi ya da iyi bir film senaryosu çıkar diye düşünüyorum.
Kitap nefis örülmüş bir kız arkadaş ilişkisi üzerine kuruluyor. Yıkıcı olaylara rağmen köklü olduğu için vazgeçilmeyen arkadaşların başından geçen, hepimizin çok tanık olduğu olaylar... Duygu, Cansu, Aslı ve yanlarından gelip geçen yan karakterlerle örülü bir öykü. Duygu psikolog, Cansu turizmci, Aslı mimar. Üniversite yıllarında başlayan ve devam eden dostlukları, aşkları, işleri… Cansu ve Duygu birbirlerinden çok farklı olsalar bile iki genç kızın olgun kadınlara dönüşme yolundaki çalkantılı yaşantıları birbirlerini vazgeçilmez kılıyor yazarın deyimiyle…
Cansu hayat dolu, yaşamayı seven bir kız. Anının güzel ve eğlenceli geçmesini umursayan, hatta bu yüzden ağır vicdan çatışmasına giren biri.
Aslı, 29 yaşında ailesiyle yaşayan, biraz içine kapanık ama oldukça yaratıcı, yetenekli bir genç kız. Tek sosyal hayatı Duygu ve Cansu ile dışarı çıkmak. Ta ki aşk kapısını çalana kadar…
Karanlık sokaklardan bir adam sevdin,
Aynada yanılsaması bile yalan olan.
Dönecek misin diye sorduğunda,
“Belki…”dedi giderken sana.
Şimdi korkuyor bir şans daha istemeye,
“Belki…” dersin diye.
Duygu hastalarıyla uğraşan bir psikolog. Kendi yaralarını seviyor; kendi de dahil kimseyi yaralarına dokundurtmuyor. Oysa kediler bile yaralarını iyileştirmek için yalamazlar mı?

Kitabı okurken altını çizdiğim, çok beğendiğim, düşünüp kaldığım yerlere gelince:
…Onun çekiciliğine karşın senin sönüklüğünü bile umursamazsın, sevilmek beğenilmek istersin. Bazen düşler gerçek olur bazen olmaz ama mutlaka derin izler bırakarak çıkar hayatından…
…birbirlerine sarılıp yürürken havada asılı duran sorulara çarpmadan, dokunmadan geçip gidiyorlardı gecenin karanlığında. Bunların hiçbir önemi yoktu…
…Acımasız bir düzen var. Minicik rolünle sen bu düzene yapışıp kopmamaya çalışırsın, onun sana değil senin ona ihtiyacın vardır. Büyük bir tiyatro sahnesinde başrolün olmadığı milyonlarca figüranın daha iyi konumlara gelebilme çabasında hikayenin özünü kaçırdıkları, sık sık hatalar yaptıkları ama bu hatalardan ders almadıkları aynı gösteri yıllarca oynanır sahnede. Rolünü çok önemseyenler aslında bu rolün sandıkları kadar bir değeri olmadığını görürler bir gün. İşte hayatlarını boşa geçirdiklerini anladıkları an bu andır. Ruhlarında hırsı barındırmayanlar günün tadını çıkarabilenlerdir, perde kapanana kadar…
…hislerini kapının önündeki paspasın altına sakladı ve içeri girdi. Nasıl olsa yarın saklandıkları yerden çıkarlardı. Şu an tek ihtiyacı hissizlikti…
Dışarıdan kimsenin göremeyeceği ince ve sıcak bir yol çizmişti içinde, bu sıcak yol, üşüdüğünden yeni haberdar olan ruhunun vazgeçilmezi olmuştu daha ilk yolculukta…
Sevdiğimiz insanları neden hep erteliyoruz diye düşündü Duygu. Sıradanlaşmış yorgunluklarımıza ezbere molalar vererek asıl yaşanması gerekenleri süresiz erteleme eğilimi nerden geliyordu acaba?
…en derin acılarda bile beyin bir süre can çekiştikten sonra mola vermek için kısa bir anlığına bile olsa unutuveriyordu acısını…
En kötü olaylar bile bazen mutlulukları beraberinde getiriyordu. Hayat akıl alır gibi değildi…
Bu gece gel, yarın istersen yine git.
Hatta unut ne varsa verdiğim al götür öyle git.
Eve kokun siner, duvarlara sesin.
Hatta unut; sen dün gece nerdeydin, kimle seviştin.
Son söz şiddetle tavsiye ediyorum Kırmızı Orman kitabını. Nilay Şanlı’nın eline sağlık diyorum… Sevgiyle…
Kırmızı Orman - Nilay Şanlı - Roza Yayınları, Ekim 2012, İstanbul




28 Ocak 2013 Pazartesi

ERCİYES

UZAKLAŞTIKÇA YAKINLAŞAN, YAKINLAŞTIKÇA UZAKLAŞAN DAĞ: ERCİYES


              “The Words” filmini izlerken bu yıl sürekli düşündüğüm noktadayım. Yaşadıklarımız seçtiğimiz kelimelerden ibaret. Kelimeler kelimeleri kovalıyor, kovalanan kelimeler hikayemizi oluşturuyor. Seçtiğimiz her kelime başka başka yaşamların kapılarını açıyor. Her an yeni bir kelime beliriyor yaşamımızda. Ne geçmiş ne gelecek aradığımız yalnızca bu ana ait olan bir sihirli kelime… 2013’ün hepimize unutulmayacak anlar yaşatmasını diliyorum…

Biz ailecek anların önemindeyiz ve yılbaşı için alternatif bir tatil ararken Erciyes’e gitmek aklımıza geldi. Kayak tatili ve yılbaşı… Ne kadar iyi bir karar verdiğimizi buraya gelince daha iyi anladık.
Erciyes Kayak merkezi çok düzenli. Hatta Türkiye’de bugüne kadar gittiğim pistlerin ve merkezlerin en iyisi. Düzen delisi olan benim için bu önemli bir nokta. Uluslararası Kayak Federasyonu, FIS kurallarına ve standartlarına uygun farklı zorluk derecelerinde pistler mevcut. Kayak takımlarınızı getirmenize gerek yok, zira kiralamak sadece 15 TL. Biz bunları daha önce bilmediğimiz için kayak takımlarımızı getirdik. Mola verebileceğiniz cafeler keyifli. Tüm gün dağ sizi çağırıyor ve adrenalin dozu tavan yapıyor. Buranın bakımlı ve yüksek standartlarda olması için verilen uğraş alkışa değer bence. Hacılar Kapı, Hisarcık Kapı ve Tekir olmak üzere üç farklı giriş noktasından kayak merkezine giriş yapılabiliyor. Eşim ve kıztoşum tüm zor parkurları keşfettiler. Ben sadece Tekir Kapı girişinde kaydım. Zaten en hareketli nokta burası. Karnımız acıktığında meşhur Kayseri sucuklarını yedik bol bol. Buraya kadar gelip de mantı ve sucuksuz gün geçirmek olmazdı çünkü. Zaten o kadar yorucu bir spor ki kalorileri kafaya takmıyorsunuz.

Biz akşamları dağa takılmadık. Akşam yemeği için Ürgüp’e gittik. O kadar kaymanın üstüne, evet, yorucu ama değer. O mistik, tarihi mekanlar dağın olmazsa olmazı gibi geldi bana. Sevgiliyle içilen ev yapımı şaraplar çok keyif verici. Dağın öyküsünü okurken, volkanik patlamaların etkisiyle oluşan küllerin, Hasan Dağı ve Kapadokya bölgesindeki jeolojik yapıyı ve peri bacalarını oluşturduğunu öğrendim. Yani aslında Erciyes’in küllerinden doğan buralar benim romantik yanımı besledi diyebilirim. Peki, bu dağın tarihini merak edip okursak:

Adını Roma İmparatorluğu zamanında eski Yunanca “Argaeos” kelimesinden alan Erciyes Dağı Kayseri’nin 20 km güneyinde bulunan ve bir rivayete göre 50 milyon yıldan beri bölgeyi etkisi altına alan Türkiye’nin en güzel ve görkemli dağlarından biri. 3.917m. yüksekliği ile her mevsim karla kaplı bir kilometre uzunluğunda dağ buzulu mevcut bu dağda. Ayrıca dağın zirvesinde bulunan, Bizans rahiplerinin inzivaya çekildiği mağaralar ve tapınaklar kötü hava şartlarında hala dağcılar için sığınak oluyormuş. Dağ ilahi bir dağ bunu kayarken hissediyorsunuz. Boşuna değil inzivaya çekilmek için seçilmiş olması. Kayseri’nin MÖ 4000’lere uzanan tarihi içerisinde hüküm süren Hitit, Frig, Pers, Kapadokya, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorlukları’nın tamamında Erciyes şehrin ve bölgenin sembolü olmuş. Hatta Arkaik dönemde Anadolu’daki Olimpos olarak tabiatüstü hüviyetiyle şöhret bulan dağın halk açısından önemi Roma döneminde basılan tüm paralara dahi yansımış.

Bu kadar tarihi bilgiden sonra bize dönüyorum. İkinci gün öğlen yemeği molasında Hacılar Kapı’dan Gondol’a binip dünyanın en yüksek Cafe Restaurant sloganıyla hizmet veren Lifos Cafe’ye çıkıyoruz. Zirvede beyazın mucizesiyle yer ve gök bir, tüm dilekleriniz geçiyor kalbinizden. Huzur verici, ilahi duygularla sarhoş oluyorsunuz. Kayseri manzarasını seyrederken yine şükrediyorsunuz bu anı kaydedebildiğiniz için. Arınıyorsunuz adeta. Nefis bir atmosfer…

Ailecek hem kayak tatili yapabileceğiniz hem de mistik duygular içinde olabileceğiniz Erciyes’e hemen plan yapın derim. Şubat tatilini bahane edip gelin tecrübe edin bu muhteşem dağı. Her şey gönlünüzce olsun…

-Antalyaface dergisi Ocak sayısı seyahat yazısı- 

27 Ocak 2013 Pazar

Ateş, bir kez yanmağa başlayınca, senin denetiminden çıkar gibi olur- ama, unutmamalısın ki, kendi haline bırakılan ateş, gerçi, koşullar uygunsa, harlar; ama, kısa zamanda, yakabileceklerini yakarak, tükenme sürecine girer: Ateşin ilk niteliği yayılmaksa, son niteliği de, tükenmektir.
Bu yüzden, ateşini ‘beslemen’ gerekir: tam zamanında, tam yerine, yeni yanacak odunlar koyman; belirli bir yanı tükenmeye yüz tutmuş odunları birbirine göre çevirmen; yanamayarak tütmeye başlamış odunları yanabilecekleri bir konuma getirmen- bir sürü düzenleme, ayarlama…
Ateşini kendi haline bırakamazsın- bırakırsan, tükenip söner…
Ateşinden sorumlusun.
Ateşindeki odunlardan sonuncusu ötekilerden çok daha iri; yanması daha zor bir odun olursa- elinde de ateşi besleyecek daha küçük ve inceleri kalmışsa- ötekiler tükenip parçalanan korlara dönüşürken, o, katılığını inatla koruyacak- ve tabii, artık onu harlayacak ısıyı sağlayamayan korların üstünde, tütüp duracaktır- odanda da göz gözü görmez hale gelecektir…
Bu durumda elinden hiçbir şey gelmez(birkaç çıra feda etmen bile faydasızdır)-
Ateş yakanın da durumu, zordur, bazen: en sonunda…                                  


Oruç Aruoba

1 Ocak 2013 Salı

2013'e girerken...



İlk kural der ki:
Karşına çıkan kişiler her kimse, doğru kişilerdir.
Bunun anlamı şudur, hayatımızda kimse tesadüfen karşımıza çıkmaz.
Karşımıza çıkan, etrafımızda olan herkesin bir nedeni vardır,
ya bizi bir yere götürürler ya da bize bir şey öğretirler.


İkinci kural der ki:
“Yaşanmış olan her ne ise, sadece yaşanabilecek olandır.
Hiç bir şey, hem de hiç bir şey yaşadığımız şeyi değiştiremezdi.
Yaşadığımızın içindeki en önemsiz saydığımız ayrıntıyı bile değiştiremeyiz.
‘Şöyle yapsaydım, böyle olacaktı’ gibi bir cümle yoktur.
Hayır, ne yaşandıysa, yaşanması gereken, yaşanabilecek olandır, dersimizi alalım ve ilerleyelim diye.
Her ne kadar zihnimiz ve egomuz bunu kabul etmek istemese de,
hayatımızda karşılaştığımız her olay, mükemmeldir.”


Üçüncü kural der ki:
 İçinde başlangıç yapılan her an, doğru andır.
Her şey doğru anda başlar, ne erken ne geç.
Hayatımızda yeni bir şeyler olmasına hazırsak, o da başlamaya hazırdır.


Dördüncü kural der ki:
“Bitmiş olan bir şey bitmiştir.
Bu kadar basittir.
Hayatımızda bir şey sona ererse, bu bizim gelişimimize hizmet eder.
Bu yüzden serbest bırakmak, gitmesine izin vermek ve elde etmiş olduğun bu tecrübeyle ileriye doğru bakmak daha iyidir.”


Kendine iyi bak. Tüm kalbinle sev. Sonuna kadar hayatın tadını çıkar. Hayatındaki her gün bir hediyedir, kıymetini bil.
 İYİ SENELER


                                                                                   

30 Ekim 2012 Salı

BERLİN DUVARINA GECEKONDU YAPAN TÜRK

Şimdi yazacaklarımı daha önce bir yerlerde okudunuz mu bilmiyorum ama acayip bir olay. Öykü ilginç, yapı ilginç, şehir ilginç. Buyrun;
Onunki bir tür Soğuk Savaş ganimeti... 1925’te Yozgat’ın bir köyünde dünyaya gelen Osman Kalın’ın Berlin’in bir duvarla iki parçaya bölündüğü vakitlerde, 1983’te duvarın hemen dibindeki küçük alanı çöpten temizledikten sonra etrafını çevirip kendisine ev ve bahçe kondurduğu alan. O vakitler Doğu Almanya tarafında olan alan, esasen Batı Almanya’ya aitmiş. Ancak duvar inşa edilirken birtakım mühendislik hesaplamalarından dolayı, Batı Almanya, Kalın’ın sonradan el koyduğu alanı, bilerek isteyerek öbür tarafa bırakmış.


Bu ev çok ilginç, adeta bir çöp ev. Adına ağaç ev demişler ama ağaç ev değil bence. Somya yatakların demirinden bahçe çiti yapılmış. Atık malzemelerden derme çatma yapılmış ev fenomen olmuş. Mesela masayı götürmesinler diye masa ayakları çimento ile sabitlenmiş. Çocuk bahçesi bile yapmış torunları için. Şimdi kullanılmayan soba boruları var mesela duvarda. Ağaçları kesmemiş, evin içinden ağaç geçiyor. Kalın, bahçeye dönüştürdüğü alanda lahanalar, vişne ağaçları, asmalar yetiştirmiş.



350 metrekarelik alan 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışına tanık olan ya da Soğuk Savaş izlerinin peşinde dolanan çok sayıda turistin de uğrak noktası olmuş.
Kalın’ın arazisi vaktiyle Batı Berlin’den gelen askerlerin müdahalesiyle karşılaşmış. Önce sınır nöbetçileri gelip bahçeyi yıkmak istemiş, Kalın buranın kendisine Tanrı vergisi olduğunu söylemiş ve kürekle onları kovalamış.  İki hafta sonra kalaşnikoflarıyla iki asker gelmiş. Kalın’ın ajan olabileceğinden şüphelenmişler, sonunda çitin duvarın boyunu aşmaması gerektiği konusunda uyarıp gitmişler. Hemen yanındaki kilisenin papazı Osman Kalın’ı korumuş vaktiyle.
Şimdi biz burayı gezerken bunu Türk’ten başkası yapmaz diye yorum yaptık. Hatta ben Karadenizli bir müteahhittir diye yorum yaptım. Olaya, eve güldük. Yapı akıllara zarar bir yer. Türkiye için çok doğal belki ama Berlin için absürd bir yapı. Kanun ve kuralların açığını görür benim vatandaşım!.. Bu yapıyı başka hiçbir milletten adam yapamaz. Tabii kilise arkasında olunca daha da güçlenmiş.
Şu Çılgın Türkler Turgut Özakman’a selam olsun… Çok yoruma hacet yok, yolunuz Berlin’e düşerse lütfen bu post modern yapı harikasını görün, gülün, düşünün derim. Sevgiyle…