Sayfalar

29 Temmuz 2011 Cuma

SİHİRLİ ŞEHİR/THE CITY OF EMBER

SİHİRLİ ŞEHİR
Lina Mayfleet ile Doon Harrow, Ember Şehri’nde yaşayan iki arkadaştır. İkisi de mesleklerini seçmek üzeredirler, okullarını bitirmişlerdir. Küçükken aralarında yaşadıkları tartışmadan sonra bir daha asla birbirleriyle konuşmazlar, ta ki çektikleri meslekleri değişme kararı alana kadar. Şehirde de gün geçtikçe elektrik kesintileri artmaya başlamış, her kesildiğinde de şehir karanlığa boğulmuştur. Bir gün Lina, küçük kardeşi Poppy’nin yemeye çalıştığı kâğıttaki talimatları keşfeder ve bu talimatların gizemini çözmeye çalışırlar. Belki de Lina’nın hayalindeki şehri bulabileceklerdir. Kader Doon ile Lina’yı tekrar bir araya getirir.
Aynı zamanda filmi de olan kitabın yazarı Jeanne DuPrau. Nefes kesici bir yolculuğa eşlik etmemizi sağlamış yazar.  O kadar beğendim ki ikinci kitabını okuyorum şu anda. Onun hakkında da yazacağımın garantisini veririm.
Filme gelince de başrollerde güzel ve genç yıldız Saoirse Ronan (Hanna, Özgürlük Yolu), Harry Treadaway (Fish Tank), Tim Robbins (Esaretin Bedeli, Dünyalar Savaşı) ve Bill Murray (Bir Konuşabilse, Get Low) yer alıyor.
Tim Robbins, Bill Murray, Saoirse Ronan, Harry Treadaway

Filmin yönetmeni ise Oscar adaylı Gil Kenan. Aynı zamanda “Monster House” filminin de yönetmenliğini yapmıştır.
Film ile kitabı karşılaştırınca kitabın bende daha fazla etki bıraktığını fark ettim. Jeanne DuPrau’yu bu konuda kutlarım, iyi bir esere imza atmış. Filmi de zevkliydi; ancak kitabın yerini tutamayacağını düşünüyorum.
-Su Yılmaz-
                                   CITY OF EMBER
Cover of the book

Lina Mayfleet and Doon Harrow are close friends who live in Ember. They’re both about to choose their jobs, graduated from school. They never talk to each other after an argument they had when they were kids, until they decide to switch the jobs they chose. In the city, there are more power cuts day by day and with a power cut the city gets into deep darkness. One day, Lina finds out that there were instructions on a paper that her little sister has already chewed. Doon and Lina try to reconstruct the instructions and the adventure begins. Destiny made them closer.
Doon and Lina

The book also has a movie and the author of it is Jeanne DuPrau. She made us get into the breathtaking adventure. I’ve liked it so much that i started the second book of Ember. I guarantee i’ll write an article about it soon.
Cast is the beautiful young Saoirse Ronan (Hanna, The Way Back), Harry Treadaway (Fish Tank), Tim Robbins (Shawshank Redemption, War of the Worlds) and Bill Murray (Lost in Translation, Get Low)
The director of the movie is Oscar nominee Gil Kenan. He also directed Monster House.
Comparing the book and the movie makes me think that book’s better; because it takes you away from the moment and makes you excited when you read. So i think Jeanne DuPrau has written a succesfull book but i can say that i also love the movie. (just because of the cast)
-Su Yilmaz-

28 Temmuz 2011 Perşembe

VİYANA CENTRAL CAFE'DE HAYAT, NEW YORK STARBUCKS'TA HÜZÜN

Viyana’da son günlerim, Central Cafe’de kitap okuyorum. Son sayfalarım, kitabım bitmek üzere. Çok keyifliyim, dışarıda yaza inat soğuk bir hava, içeride bir dolu sohbetler, kimseyi tanımamak ne büyük özgürlük, ne büyük bir güven kahvemi yudumluyorum, kitabım bitmesin istiyorum zira ikinci bölümü yanımda getirmedim. Cafe Central’ı büyük ama boş uğraşlarla bulduğumu anlıyorum. Ben anayoldan parlamento binasından gelip, Ulusal Tiyatrodan arıyorum. Oysa Demel Cafe’den sağa saptığın zaman hemen karşında. Çok basit.

Cafe Central… Bir sürü renkli kubbecikten oluşan yüksek tavanı göz alıcı. Avizeler sade ve zarif. Troçki’yle Kafka’nın Viyana yıllarında en çok uğradıkları kahve diye, edebiyatçıların uğrak yeri diye yazıyor. Etrafta o tipler var mı? Bence daha çok benim gibi meraktan uğramış yabancılar çoğunlukta. Kahvenin aylık gazetesinde bir romancıdan satırlarda şöyle diyor.  Bu kahvede yazmış: Parasızlık... Kadınsızlık... Borç bulamıyorum. İntihara dair düşünceler… Demek ki o zamanlar turistik değilmiş bu kadar.
Gelelim sıkı sıkı bağlandığım kitaba. Ayşe Kulin’in dünyanın en güzel ilişkisi baba-kız ilişkisinden yola çıkarak hayatının 1964-1983 arası babasıyla yaşadığı yılları. Sadece babasıyla değil, yakın tarihimizde içinde bulunduğu yerler, işler, aşklar… Okumayı en çok sevdiğim yazarlar arasında Ayşe Kulin. Bugüne kadar yazdığı hiçbir yazıyı kaçırmadım ama bu kitap başka bir tattaydı benim için. Nedenini sormayın, bilmiyorum ama sadece şu kadarını söyleyebilirim, herhalde ben de böyle yazmak istiyorum, rol modeli alıyorum. Bakın tam da evimden kaç km uzakta kendime bile itiraf edemediğim deli gibi yazma isteğini size itiraf ediyorum. Dürbünümde Kırk Sene’yi bir günde bitiriyorum. İyi yazmak dolma sarmak gibi, yazı sizi alıp götürüyorsa bir çırpıda okuyup bitiriyorsunuz. Oysa yazmak, tekrar yazmak seneler alırken…

Şimdi New York’ta Starbucks Cafe’deyim. Manhattan’da. Viyana’nın özeni yok ama buranın enerjisi bağımlı yapıyor sizi. Benim küçücük ama kocaman zekâlı kıztoşum Amerika uyuşturucu gibi, çok kalırsan etkisine kapılıyorsun, geçici gelirsen zevk, Avrupa tamamıyla kültür, otoriter bir kadın gibi diyor bana. Gülüyorum onun kocaman yorumlarına haklı çünkü. Amerika bağımlılık her yaz bir doz. Elimde Ayşe Kulin Hüzün. Uçakta başlayıp hemen geldiğim gün bitiriyorum. Elimde kitap, mavi gözlü dev babasının ölümünü hıçkıra hıçkıra ağlayarak okuyorum. Bana bakıyorlar mı? Yok burada kimsenin kimseyle derdi yok, ohhh rahatça ağlayarak okuyabilirim. Bu kitapta yozlaşan Türkiye’yi Kulin’in kaleminden tarih tarih okuyoruz. Değerlerin menfaatler çakışınca sıfıra inmesini ibretle gözlüyoruz, bu en yakınınız olsa bile. İyi yetişmemiş insanların egosuyla savaşlarını görüyoruz. İyi yetişmiş kişilerin hayatın anlamını kavrayışları ve kotarışlarına bayılıyorsunuz. Bir kızın hayatında iyi, dürüst, ilkeli bir babanın önemi. Tıpkı benim babam gibi… Benim babam da mavi gözlü, ilkeli, dürüst ve kızlarını ne olursa olsun çok seven baba. Ben bana bir şey olduğunda bak şimdi babam çok üzülecek diye üzülürüm. O mavi gözlerinin buğulanmaması için çabalarım.

Dışarısı cıvıl cıvıl… Herkes tarz. Çok istediğim Broadway Müzikallerinden birine gitmek için kalkıyoruz. Çantamda kitabıma sıkı sıkı sarılıyorum. Bu güzel kadının güzel kitaplarına bayılıyorum. Kendimi insan kalabalığının seline bırakıyorum…

18 Temmuz 2011 Pazartesi

FREUD MÜZESİ/FREUD MUSEUM

FREUD MÜZESİ
Annemle Freud’un müzesine gidelim diye kararlaştırıyoruz. Heyecanla kapıdan içeri adımımı atıyorum ve bir anlığına sanki müzede değil de kendimi bir evin içinde hissediyorum. Gerçekten de öyle; çünkü aslında burası Sigmund Freud’un muayenehanesi! Hemen içeri atlıyorum, heyecanlıyım da tabii.
Girişte kocaman bir kitaplıkla karşılaşıyorum. Bu da –haliyle- dikkatimi çekiyor. Elime alıp incelemeye başladığımda ise Freud’un el yazmalarını ve yazdığı kitapları görüyorum. Onlar bana adeta birer hazine gibi geliyor.

Biraz dolaşınca Freud gibi psikanaliz alanında başarılar elde eden kızı Anna Freud’un yaptığı çalışmaları görüyorum. Çocuk psikolojisiyle uğraşmış, hatta psikanaliz alanında babasına bayağı yardımcı olmuş.
Gelelim herkesin merak ettiği meşhur kırmızı koltuk… Freud’un hastalarını tedavi ettiği kırmızı koltuk… Bu koltuğun üstünde de Freud’un birçok ülkeden aldığı sertifikaları görüyoruz. Biraz bakınca tutkusu olan arkeolojiyle ilgili heykelleri, çömlekleri fark ediyorum. İçeri odaya geçince de Freud’un ve yakınlarının fotoğraflarını görüyorum. Eşi Martha Bernays, yakın arkadaşı Carl Jung, kızı Anna Freud… Kendi kişisel eşyalarını da görmek büyük bir onur.
Kırmızı koltuk ve ben

Müzeden çıkışta iyi ki gelmişim diyorum. Kim bilir belki de onun gibi olabilirim!
5 MADDEDE SIGMUND FREUD:
1)      Avusturya’da Yahudi Olmak: Sigmund, Yahudi bir yün tüccarı ile ondan yirmi yaş küçük bir bayanın çocuğu olarak dünyaya gelmişti. 4 yaşındayken ekonomik sıkıntılar nedeniyle yerleştikleri Avusturya’da arkadaşları tarafından sırf “Yahudi” diye dışlanacağını ve ileride kitaplarının yakılacağını bilmiyordu. Belki de dünyada psikoloji dalının önde gelenlerinden olmasına rağmen bir zamanlar “Yahudi” diye dışlanan bir kişi olması bence insanlık ayıbıdır. İnsanları “kim” oldukları için değil de “ne yaptıkları” için değerlendirsek bir adım daha öne geçeriz diye düşünüyorum.
2)      En büyük 3 Hobisi: Freud’un vazgeçemem dediği üç hobisi vardı: Seyahat etmek, sigara içmek ve arkeoloji. Arkeolojiye olan tutkusunu evinin duvarlarındaki Mısır Mitolojisi heykellerinin resimlerinden, topladığı antikalardan anlayabiliriz.

3)      Oedipus Kompleksi: Sigmund Freud’a ait olan bu teori, Yunan mitolojisinden esinlenmiş. Çocukların karşı cinsten olan ebeveynine yakınlık duyup (erkeğin annesine kızın babasına) kendi cinsinden olan ebeveynine uzak davranması diyebiliriz.  Oedipus da babasını öldürüp, annesiyle evlenir. Freud ensest ilişkiyi de şöyle tanımlıyor:
“Ensest ilişki, insanın içinde uyuyan bir yaratıktır. Ve bu yaratık hiçbir zaman uyanmaz. Ancak bazen, uyurken, çok şiddetli horlayabilir.”
4)      Viggo Mortensen “Freud” Olacak: 2012’nin başlarında vizyona girecek olan David Cronenberg’in yönetmenliğini yaptığı “A Dangerous Method” adlı filmde de Freud ile öğrencisi Carl Jung’un yakın arkadaşlığının psikanalizi ortaya çıkarmasını anlatıyor. Sigmund Freud rolünde Viggo Mortensen’ı, Carl Jung rolünde Michael Fassbender’ı ve Rus hasta Sabina rolünde de Keira Knightley’i göreceğiz.
Carl Jung ve Sigmund Freud

5)      Martha Bernays ve Anna Freud: Sigmund Freud, 1882 yılında Tıp doktoru oldu ve bu yıl Martha Bernays ile nişanlandı. 1886 yılında ise evlendiler. Bu evlilikten Freud’un 6 çocuğu oldu. En küçükleri olan Anna Freud da babasının yolundan giderek, çocuk psikoloğu oldu ve psikanaliz üzerine çalışmalar yaptı.
SIGMUND FREUD’UN SÖZLERİ:
·        “Bir insana vazgeçilmez olduğunu hissettirirseniz ilk vazgeçeceği siz olursunuz.”
·        “İnsanlığın hangi filizi köreltilmek istenmişse, o filiz daha gür büyümüştür.”
·        “Adaleti aklın yardımı olmadan kullanmak imkânsızdır.”
·        “Düşünebilen herkesin insan olması, insan olan herkesin düşünebildiği manasına gelmiyor ne yazık ki.”
·        “Rüyalar bilinçaltına giden kral yoludur.”  

-Su Yılmaz-


FREUD MUSEUM
            We’re deciding to go to the Freud Museum with my mom. With full of excitement, i took a step on the museum and –for a minute- i feel like i’m in a house. It’s right; because this is where Freud lived and took care of his patients one day. Then i become more excited, my heart beats.
            I saw a huge bookcase at the entrance. This –as always- interests me and i go check it. When i take all of them, i figure out that there are handwritings and books of Freud. They look like treasures to me.
            I take a walk into the rooms of the house and i find out that there’s a room for his daughter, Anna Freud. I see her examinations of psychoanalysis and she helped with her father about that.
            Then let’s talk about the red couch… The red couch that everyone talks about… The red couch that Freud took care of his patients. We can see his certificates from many diffrent countries above the couch. When i look carefully i can see statues, pottery from his passion, archaeology.  When i get into the inside room, i see Freud’s and his family’s, friends’ photos. His wife Martha Bernays, his student and friend Carl Jung, his daughter Anna Freud… I’m really glad to see his personal objects too.
The red couch

I feel so happy after the museum, maybe i’ll be like him someday. Who knows!
FREUD IN 5
1)    Being a Jew in Austria: Sigmund was a child of a Jewish man and his wife who’s twenty years older than him. He came to Austria just because of the economical problems, and by that time he didn’t know he’ll be sidelined with his friends just because of he’s a “Jew” and his books’ll get burn just because of that reason. Perhaps he’s one of the greatest psychologists, but he was sidelined and had to move to London from Austria. I think it’s to awful to judge people of their beliefs. We’ll be real person if we ask to people like “What did you do?” except “Who are you?”
2)    His Top 3 Hobbies: Freud has some kind of hobbies that he said i can’t do without them: Travelling, smoking and archaeology. We can see his passion to archaeology by the antiques on his wall.

3)    Oedipus Complex: This theory from Sigmund Freud was inspired by the Greek Mythology. We can say that it’s like a child who goes intense with the parent as different gender with he/she and gets away from the parent who’s the same gender as it. So Oedipus possesses to his mother and kills his father. Freud describes the incest relationship with these words:
“Being in love with the one parent and hating the other are among the essential constituents of the stock of psychical impulses which is formed at that time and which is of such importance in determining the symptoms of the later neurosis... This discovery is confirmed by a legend that has come down to us from classical antiquity: a legend whose profound and universal power to move can only be understood if the hypothesis I have put forward in regard to the psychology of children has an equally universal validity. What I have in mind is the legend of King Oedipus and Sophocles' drama which bears his name.”

4)    Viggo Mortensen’s Gonna Be “Freud”: “A Dangerous Method” is a movie about Sigmund Freud and Carl Jung, and it’s directed by David Cronenberg. It’ll be on theaters in 2012. We’ll see Viggo Mortensen as Sigmund Freud, Michael Fassbender as Carl Jung and Keira Knightley as Russian patient Sabina.
Carl Jung and Sabina

5)    Martha Bernays and Anna Freud: Sigmund Freud became a doctor and engaged with Martha Bernays in 1882. Then they got married in 1886. By that marriage, they had six children and the youngest of them, Anna Freud was also became a psychologist like her father and helped him with the psychoanalysis.
QUOTES FROM SIGMUND FREUD:
·        Thinking is an experimental dealing with small quantities of energy, just as a general moves miniature figures over a map before setting his troops in action.
·        Being entirely honest with oneself is a really good exercise.
·        The first request of civilization… is that of justice.
·        Where id it, there shall ego be.
·        “Most people do not really want freedom, because freedom involves responsibility, and most people are frightened of responsibility.”

-Su Yilmaz-

           



15 Temmuz 2011 Cuma

HARRY POTTER FINAL

                HARRY POTTER ve ÖLÜM YADİGARLARI: BÖLÜM 2
                                   BÜYÜK FİNAL
“Her şey sona eriyor!” Harry Potter için söylenebilecek en uygun söz. Bütün dünyada dün vizyona giren film, son bölümün 2. bölümü. 7 Temmuz’da İngiltere’de, 11 Temmuz’da ise Amerika’da galaları yapıldı.
Daniel Radcliffe, J.K Rowling, Emma Watson, Rupert Grint

Bugün de Viyana’da kendi galamı yapıyorum ve Mariahilferstrasse’de bulunan English Haydn Cinema’ya gidiyorum. Bu sokak cıvıl cıvıl ve bir sürü güzel markayı burada da bulabilirsiniz. H&M, Forever 21, Humanic, Zara… Sinemanın bulunduğu yer de ayrıca ilgimi çekiyor.
English Cinema Haydn’ın iyi yanı ise filmleri İngilizce izleyebiliyor olmamız. 3D kalitesi de iyi (real d 3D) Salon da çok konforlu, koltukların aralarında boşlukların olması da buna etken.
Gelelim filme… Film, hepimizin bildiği gibi son bölüm. J.K Rowling’ten alınan bilgiye göre de 8. kitap çıkmayacak. (Kitabını okuyanlar 7. bölümün son olduğunu anlayabilirler).  Bu yüzden herkes heyecanlı ve şu “büyük” finali görmek istiyor.

Voldemort’un Mürver Asa’yı almasıyla Harry’nin işi iyice zorlaşır; fakat asa tam olarak Voldemort’un değildir. Aslında Snape’e aittir. Harry, Ron ve Hermione hem hortkulukları öldürmek hem de Hogwarts’ı korumak zorundalar. Büyücülük tarihindeki en büyük savaş başlamak üzeredir.
Harry Voldemort’u alt etmeye çalışırken geçmişi hakkında bilmediği sırları öğrenecek ve Tom Riddle (Voldemort) ile arasındaki bağın gizemi ortaya çıkacaktır. Son yaklaşıyordur…
The Evils:Bellatrix Lestrange, Voldemort, Lucius Malfoy

Filmin yönetmeni Harry Potter’ın 5. bölümünden beri yönetmenliğini yaptığı David Yates. Başrollerde Daniel Radcliffe, Emma Watson, Rupert Grint, Helena Bonham Carter, Evanna Lynch, Tom Felton, Matthew Lewis, Bonnie Wright, Alan Rickman, Gary Oldman ve Ralph Fiennes var. Daniel Radcliffe’i Harry Potter rolünde izlemekten gerçekten çok memnunum; çünkü çok başarılı bir performansı var. Emma Watson da her zamanki gibi göz dolduruyor. Rupert Grint’i Ron karakteriyle izlemeyi özlemişim.
Bu filmde favorilerim ise Ralph Fiennes ve Helena Bonham Carter ikilisiydi. İkisi de kötü rollerin hakkını vermişler, onlar olmasa filmin tadı çıkmaz diye düşünüyorum. Genç oyuncular Evanna Lynch, Tom Felton ve Matthew Lewis de bu filmde harika iş çıkarmışlar, rolleri başrol kadar çok olmasa bile bence ellerinden geleni yapmışlar.
Filmi genel olarak değerlendirirken de gerçekten Harry Potter gibi efsane bir seriye yakışan bir final olmuş. Kitaplarıyla da değerlendirirsem bende aynı izi bıraktı diyebilirim. Kitabı okurken ne kadar heyecanlanıyorsam, filmde de o kadar heyecanlandım. Kelimelere sığdırılamayacak kadar çok seviyordum Harry’yi. Birçok hayran gibi ben de J.K Rowling’e yalvarıyordum bu son olmasın diye. Ne yazık ki her güzel şeyin bir sonu var.
Filmi efektleri ve müzikleri de olumlu yönde etkilemiş. Bir kez daha Alexandre Desplat’ı ayakta alkışlıyorum.  The Tree of Life’ta da beni etkilemişti.
Harry’nin son macerasında aslında Hogwarts Savaşı ön planda tutulmuş ve bence iyi olmuş. Harry Potter ve Ölüm Yadigarları 1’den daha sürükleyici olduğunu düşünüyorum. Filmi izlerken zamanın nasıl geçtiğini anlamadım, gerçekten başarılıydı. Oyuncuların çok uygun seçildiğini düşünüyorum, hepsi birbirinden harikaydı. Alan Rickman, Helena Bonham Carter, Ralph Fiennes, Gary Oldman, Michael Gambon gibi usta oyuncuların yanında genç oyuncular da bu film sayesinde yeteneklerini gösterdiler.
Film çıkışı bir yanım mutluydu bir yanımsa üzgün. Bu harika finali gördüğüm için çok mutluydum; ancak bu serinin bitmesine ağlayacak kadar üzgündüm.
Sue with free Dobby!

Destansı finalde Harry ile birlikte bu heyecanlı yolculuğa çıkmamızı sağlayan yönetmen David Yates’i, yapımcılar David Heyman ve David Barron’u kutluyorum. Bu efsanevi seriyi bize anlatan çok sevdiğim yazar J.K Rowling’e de teşekkür ediyorum.
-Her Şey Sona Erdi.-
-Su Yılmaz-
                        HARRY POTTER AND THE DEATHLY HALLOWS PART 2
                                   THE FINAL CHAPTER
            “It all ends.” This is the rightest thing to say for Harry Potter. The movie came to theaters yesterday in the world and it’s the second part of the epic final. There were premieres in London (July 7th) and the USA (July 11th)

            And today, i’m having my premiere in Vienna today and going to English Cinema Haydn in Mariahilferstrasse. This street’s so colorful and makes you feel happy. You can find many famous brands there: H&M, Forever 21, Humanic, Zara… The place where the cinema’s in also interesting.
            The coolest thing about English Cinema Haydn that you can watch English movies there. I loved the 3D,too. (real d 3D) The theater’s so comfortable just because it has a large place and comforty seats.
            Let’s talk about the movie til you get bored… The movie’s –like everyone knows- the final chapter of the serie. The informance got from J.K Rowling is that there’ll be no more books. (If you read the 7th book, you can it’s the end) So everybody wants to see this “hillarious” final chapter.
            Harry has more troubles when Voldemort (Dark Lord) gets the Elder Wand; but it actually doesn’t belong to him. It belongs to Snape! Voldemort won’t stop until he possesses the Elder Wand and become the most powerfull wizard in the world. Harry, Ron and Hermione both have to save Hogwarts and defeat the Horcruxes. The biggest battle in wizard history was about to start.
When Harry tries to defeat Voldemort, he finds out some secret about his past and the way his life depends on Tom Riddle’s. (Voldemort)
The director is David Yates from the 5th movie to the end. Cast is Daniel Radcliffe, Emma Watson, Rupert Grint, Helena Bonham Carter, Evanna Lynch, Tom Felton, Matthew Lewis, Bonnie Wright, Alan Rickman, Gary Oldman ve Ralph Fiennes. I’m really glad to see Daniel Radcliffe as Harry; because he has a really amazing performance. Emma Watson is –as always- charming. I’ve really missed Rupert Grint to see him as Ron Weasley.
In that movie, my favorite couple was Helena Bonham-Carter and Ralph Fiennes. They’d be the best “evils” and without them the serie would be not that awesome. Young talents Evanna Lynch, Tom Felton and Matthew Lewis were well succeded, even though they are not the main characters they acted well.
Tom Felton as Draco Malfoy

When looking fort he whole movie, i think Harry deserved that kind of legendary final. I2ve also read the books and i can say that when i’ve watched the movie i felt the same excitement as i was feeling while i was reading the books. (Pheww!) I can’t describe my love to Harry with words. I begged to J.K Rowling to write the 8th book like the Harry fans. Unfortunately, every good thing has an end.
The possitive things about movie are the efects and the soundtrack. I applouse Alexandre Desplat again, the same excitement, the same awesomeness.
In Harry’s last adventure we see Hogwarts Battle too much and that’s a cool thing. It’s even more gorgeous than Harry Potter and the Deathly Hallows Part 1. I didn’t even think to take a glimpse at my watch. I think actors chosen correctly.  Both masters (Alan Rickman, Helena Bonham Carter, Ralph Fiennes, Gary Oldman, Michael Gambon) and the young talents were really really enchanted.
I was both happy and sad after i saw the movie. One side of me happy to see the awesome final; but the another side could cry to the end.

I really appreciate the director David Yates, producers David Heyman and David Barron to make us go to the journey with -the boy who-lived- Harry Potter. I also want to thank J.K Rowling with all my heart. She has been my idol for ages, since i was 3.
-It has all ended.-
-Su Yilmaz.-

14 Temmuz 2011 Perşembe

MOZART CAFE'DE KİMLİĞİMİ KAYBETTİM HÜKÜMSÜZDÜR!

Albertina Müzesi’nin karşısında Mozart Café’de Kimliğimi Kaybettim Hükümsüzdür! Gündüz Vasaf kitabımı bitiriyorum. Tam bu noktada ben de kimliğimi kaybettim, kaybetmek istedim, dünya vatandaşı olmak istedim. Kimseler sormasın bana kimsin, kimlerdensin, nerden geliyorsun, nereye gidiyorsun diye. Omuz silkerek gülümsemek istiyorum bu sözlere, ben bir hiçim şu anda, ben her şeyim şu anda. Ben de bilmiyorum kimim? Ne arıyorum? Kitabımı göğsüme bastırıyorum, neler kalmış aklımda düşünüyorum…
Kimliğimi Kaybettim Hükümsüzdür
...sıkı sıkı sarılırız kimliklerimize. Kimliğimizdir, bize kan davalarından savaşlara kadar davetiye çıkartan. Kimliğimizdir, bizi ırkçıların, dalkavukların, oportünistlerin hedefi yapan. Kimliğimizdir, “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” dedirten. Aklıma geldi yıllar önce Vakko’dan sevgilime mezuniyet balosu için takım alırken, kimlerdensiniz diye sorulmuştu, hiç aklımdan çıkmadı bu söz. Nesi önemliydi bir giysi için kimlerden olmak.
Hayat boyu koşarız “Ben kimim?” sorusunun peşinde. Öğrencilik, evlilik, yaşlılık ve benzer dönemlerimizde kendimizi farklı tanımlamamız, tanımlara göre davranmamız yetmezmiş gibi, bizi en yakından tanıyan anne-babamız, eşimiz, dostlarımızın bile, bizi nasıl algıladıklarıyla kendimize göre nasıl olduğumuz arasında dağlar kadar fark vardır. “Sen beni tanımıyorsun” diye ömür boyu isyan ederiz yakınlarımıza. Nasıl güzel tespit etmiş Gündüz Vasaf. Kitap üç bölümden oluşuyor; “Bayrağım Yok”, “Ne Cennet Ne Cehennem”, “Cinselliğin Tuzakları”. Radikal gazetesindeki köşe yazılarının bir derlemesi kitap.
Giderek totaliterleşen devletlere, hakkımızda depoladıkları bilgilerle hayatımızın her girdi çıktısında bize bir şeyler satmaya çalışan şirketlere karşı, kimliğimizi mümkün olduğu kadar değiştirerek, gizleyerek, yalan söyleyerek korumamız şart.
Özgürlük, aitliklerimizden kimliksizleşmemizde…
Mozart Café’de etrafımı seyredip herkesin tam bu anda burada olmasında ki gizemi merak ediyorum. O değil bu, şu değil o, niye? Hasan Cemal Mozart Café fazla ihtiyar, çok turistik, Japonlarla dolu, bayıyor diyor. Evet, çok turistik ama fazla ihtiyar lafı yakışmıyor. Zaten orası cezbediyor sizi. Mozart’ın Figaro’nun Düğünü ezgileri eşliğinde yazmaya devam ediyorum. Cafe Mozart, W. A. Mozart öldükten 3 yıl sonra 1794 yılında açılmış. Bir kaç defa el değiştirerek bugünlere gelmiş. Eski ama eskimeyen ruhu sevdiriyor bu caféyi. Herkes çok kimlikli ama benim için kimliksiz.
Apfelstrudel
Apfelstrudel ve kahve eşliğinde yazıyorum. Demel Cafe’nin Apfelstrudel’ini daha çok beğeniyorum. Elmalı bir tatlı bu, çok basit, hafif ve lezzetli. Daha önce ki Viyana’ya gelişlerimde daha çok düşkündüm, bu sene pek pas vermiyorum.
Kitabıma dönmek istiyorum. Gündüz Vasaf’ın daha önce “Cehenneme Övgü”, “Cennetin Dibi”, “Annem Belkis” ve “Tarihi Yargılıyorum” kitaplarına bayılmıştım, bunu da bir çırpıda okudum.
Birinci bölümde “Türkler kendilerini ciddiye alıyor, işlerini ciddiye almıyor” , kafalarımızdaki üniformalardan biri de, tanımadıklarımız hakkındaki düşüncelerimiz. Toplumu bölmenin, birbirine düşürmenin, zayıflatmanın en kolay yolu, ona aitlikler atfetmek. Aitlik körleştiriyor, farklılık bireyleri, toplumu güçlendiriyor. Ütopyaları olmayanların yetiştirmeye çalıştıkları çiçekler en zor büyüyen çiçekler, tespitleri nefis.
İkinci bölümde; din kavramının yüzyıllardır önemli bir silah gibi insanoğlunu tehdit ettiğini anlatıyor. İnsanlığı bölen, gelişmesini engelleyen bir kavram olarak görüyor. Yüzyıllardır olan bu değil mi? Din savaşları…
Üçüncü ve son bölüm ise “Cinselliğin Tuzakları” adını taşıyor. Bu bölümde cinsellik üzerine konuşamayan, derdini bir türlü ifade edemeyen toplumda kaybolmuş bireylerin dertlerini kendi bakış açısıyla ele alıyor. Kışkırtıcı ve dikkat çekici bir tutumla tek eşlilik dâhil olmak üzere şimdiye kadar cinsellik üzerine kabul ettiğimiz her şeyi eleştiriyor ve normal kavramının neye kıyasla normal olduğunu sorguluyor.
Değişik, doğru tespitleriyle güzel bir kitap. Bu kitabı alalı çok olmuştu ama okumamıştım. Tavsiye ederim. Mozart Café’den kimler gelip geçmiştir. Neler saklıdır bu duvarlarda…
Gökyüzü pırıl pırıl, kimse olmak istemiyorum. Bugünlük benden bu kadar.
Mozart Café


13 Temmuz 2011 Çarşamba

THE TREE OF LIFE

Künstlerhaus Kino'dayım!
                                   THE TREE OF LIFE
Heyecan dorukta, nefesler tutulmuş. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülü açıklanıyor. Acaba kazanan kim? Derken büyük jüri, Robert DeNiro’dan bir ses yükseliyor: The Tree of Life. Terrence Malick bu filmle Altın Palmiye’ye layık görülüyor.

Film, 1950’lerin Amerika’sında Jack adlı bir çocuğun hayatı tanımasıyla ilgili diyebiliriz. Bir yanda doğduğundan beri ona hayatın iyi yönlerini gösteren annesi (Jessica Chanstain) bir yanda ise ailesine düşkün; ancak hayatı kendi katı kurallarıyla yöneten babası. (Brad Pitt) Üç erkek kardeşin en büyüğü olması da zorluklar arasındadır. Büyüdükçe kötü yanının ortaya çıkışına tanık olur.
Sean Penn
Bir telgraf, bir ölüm… Yıllar sonra 19 yaşındaki kardeşinin ölümünü öğrenmesi Jack’i hayatla ölüm arasında yıllar sürecek bir yolculuğa çıkarır. Artık ailesi eskisi gibi bir arada değildir.
“The Thin Red Line” filminin de yönetmeni Terrence Malick, yaşam ile ölümü farklı yollardan irdeliyor bu filminde. Başrollerde ise Brad Pitt (Fight Club/Dövüş Kulübü, Se7en), Jessica Chastain, Sean Penn (Milk, Dead Man Walking) yer alıyor. Bu performanslar içerisinde en çok Jessica Chastain’ı beğendiğimi söyleyebilirim, film boyunca hayran kaldım. Mimiklerini çok doğru kullanabilen bir oyuncu. Brad Pitt ve Sean Penn içinse söze gerek yok, hangi rol gelse oynayabilirler. Filmin genç oyuncularının da başarılı bir performans sergilediklerini görüyoruz.
Filmin bence en etkileyici yanlarından biri de soundtrackiydi. The King’s Speech’in de müziğini yapan Alexandre Desplat bu filme de imza atmış, çok da iyi olmuş bence. Bir insan fragmanı izlerken ağlamayı başarıyorsa amacına ulaşılmış demektir.  “Funeral March” en sevdiklerim arasında.
Filmde, aslında bir çocuğun hayatının özetini izliyor gibiyiz. Küçükken annesinin şevkati, büyüdüğünde babasının sert davranışları onun hayatının şekillenmesine yol açıyor. Kıskançlık  büyüdükçe incitebilecek noktaya geliyor. Aslında hepimiz dünyada birer ışığız; kimimizinki kolay söner, kimimiz sonsuza dek yanmaya devam eder. Bazıları zor şartlarda bile daima ışıldar, bazıları ise en ufak bir rüzgarda dahi söner.
Jack de kendini keşfetmeye çalışıyordu. Büyüdükçe içine yerleşen kötülükle mücadele etmeye çalışıyordu. Hayat neydi? Hayatın bir ağaç mıydı yoksa bir ışık mıydı? Belki her ikisi de. Aslında yaşamımızda o kadar kavga yaşıyoruz ki birden ne için yaşadığımızı unutuyoruz. Belki de Mr. O’Brien (Brad Pitt) unutuyordu, oğullarına yaşattıklarını görmüyordu sanki. Tek düşüncesi ailede otoriteyi sağlamaktı.
Filmin beni en etkileyen sahnelerinden biri de Mr. O’Brien’ın gittikten sonra Jack, kardeşleri ve annesinin evde eğlenmeleridir. Bu da hayatta otoritenin yanında eğlencenin de olması gerektiğini gösteriyor.
Aslında çocukken yaptıklarımız büyüdüğümüzde de bize acı ve pişmanlık verebiliyor. Çocukken kıskandığımız bir kişinin ölümüyle yıkılabiliyoruz. Jack de ancak büyüyünce anlayabiliyordu, babasını ve kardeşini ne kadar özlediğini. Başka bir evrende de buluşurlacaklar… Bir gün…
-Su Yılmaz-
                                   THE TREE OF LIFE

Everybody’s excited, breath quickly... Everyone asks one question to themselves: Palme D’or goes to which movie? Maybe to Melancholia or Once Upon a Time in Anatolia. Then great judge, Robert DeNiro reads aloud the winner: “The Tree of Life.” Terrence Malick, comes to take the Golden Palm.
Terrence Malick when he's receiving Palme D'or.

We can say that the movie’s about a young boy called Jack, who tries to understand the life in USA, 1950s. When his mom (Jessica Chastain) shows him the good sides of life, his father (Brad Pitt) –who wants to make everything allright in his family- makes his life harder. Becoming the eldest of three brothers is a hard thing,too. When he gets older, he witnesses the dark side of his life.
One telgram, one death… Hearing his 19 year old brother’s death, takes Jack to the journey-a journey between death and life.
Jessica Chastain
Terrence Malick (The Thin Red Line) considers the death in different ways in that movie. Starring Brad Pitt (Fight Club, Se7en), Jessica Chastain and Sean Penn (Milk, Death Men Walking) I can say with all my heart that i loved Jessica Chastain’s performance most, she was so amazing. I admired… She uses her mimics well. We don’t need to say anything about Brad Pitt and Sean Penn, they can become every character. Three young actors were also successfull.
The awesome thing about the movie is soundtrack made by Alexandre Desplat –The King’s Speech’s soundtrack was also made by him. The music –even when i watched the trailer- made me cry. “Funeral March” is in my favorites.
We can also say that we’re watching a summary of a young boy’s life. Kindness from his mom and the tough-acts from his dad makes his life flow. Jealousy sometimes hurts… Actually we’re the candles in the world, some of us fades easily, some of us still stays. Some of us even shines at the hard times, some of us fades even in a blow.
Jack was trying to explore himself. He was struggling with the dark side inside him, trying to defeat it. What was the life? Was it a tree or a light? Maybe both of them… Sometimes we argue with people so much that we forget what life’s worth living for. Perhaps Mr. O’Brien (Brad Pitt) forgets the meaning of the life, like don’t see the things he does to his sons. All he was thinking about was the discipline.
I was amazed by the scene that when Mr. O’Brien goes away from the house, Jack, his brothers and his mom chill at the house and have fun. It shows us that we also need fun with the discipline.
The things we did as a child sometimes makes us have pain and regret. We can be broken with the person we jealous. Jack understands how he misses his dad and brother when he gets older. They’ll meet in another parallel universe… One day…
-Sue Yilmaz-

11 Temmuz 2011 Pazartesi

VİYANA SACHER CAFE- SACHER TORTE


Viyana’ya gelen sevgilim dün gitti, biraz buruğum. Blog yazılarına ve Viyana günlüklerine devam. Viyana’yı gezerken yorulduğumuzda mola vermek için tüm caféleri denedik. Viyana’nın olmazsa olmazlarından biri de tarihi caféleri. Avrupa’daki café kültürünün doğum yeri Viyana. Viyana'ya bu kültürün nerede geldiği de çok ilginç; Türklerden. 15. yüzyıldan itibaren kahvehane ya da kıraathaneler Ortadoğu ülkelerindeki ilk sosyalleşme mekânları olmuş. İlk olarak 1457 yılında İstanbul'da Kiva Han isimli café yani kahvehane açılmış. Osmanlılar kahve kültürünün Avrupa'da yayılmasında büyük rol oynamış. II. Viyana Kuşatması’nın ardından Osmanlılar kahve kültürünün Avrupa'da oluşmasına ön ayak olmuşlar. Viyana'da Türk kahvesi de menülerde yer alıyor ve tüm kahveler bizim Türk kahvesini servis ettiğimiz gibi bir bardak su eşliğinde servis ediliyor.

Viyana denilince gidilmesi gereken mekanlardan biri de Sacher Cafe ve onun meşhur Sacher Torte’si. Orjinal Sacher Torte aslında 1832 yılında Franz Sacher tarafından yaratılmış. Kekin dışı çikolata ile kaplı. Kekin arasında ince bir kayısı marmeladı var. Geleneksel olarak yanında whipped cream (krem şanti) ile sunuluyor. Sacher Torte’nin yanında Wiener Melange (coffee with milk) içilmesi tavsiye ediliyor.  Servis edilen her dilim kekin üzerinde bir adet Sacher yazan çikolata var.

 Turtanın tarifi yüzyıllardır saklanıyor ve hikâyesi de ilginç; 1832 yılında saray için yapılacak bir ziyafetin hazırlıkları esnasında tatlılardan sorumlu olan aşçı hastalanır ve ziyafetin tatlısını hazırlama görevi 16 yaşında ki genç aşçı Franz Sacher'e kalır. Gecenin sonunda yaptığı kek çok beğeni toplar, Hotel Sacher tarafından patenti alınır ve tarifi yıllar boyunca kuşaktan kuşağa saklanarak aktarılır. Ben diyorum her zaman her işte bir kısmet var diye. Kim bilebilirdi dünyaya mal olacak bir lezzetin doğuşu bir terslikten olsun? Ben beğendim bu lezzeti. Çikolatalı lezzetler ilgi alanım olduğu için güzel.
 Hem café hem de küçük bir satış mağazası aynı zamanda. Paket yaptırmak isterseniz Sacher Torte için özel ahşap kutular mevcut. Sunum şekilleri etkileyici. Sacher Torte dünyaca ünlü bir lezzet. Buraya gelip te bu tadı denemeden dönmeniz büyük kayıp olur. Çalışanların fotosunu çekmek istiyorum ama sadece cafénin içini çekmeme izin veriyorlar. Çok şık içerisi, kekten alıp ülkenize götürmek isterseniz 15-20 gün dayanıyor. Biz dışarda oturduk, cıvıl cıvıl sokak, gelip-geçenlerin şıklığı ve lezzet bizi mest etti. Özlemlerimizin ve bıraktıklarımızın dışında anılarımızdan hiç çıkmayacak bir pozu çekiyor belleğimiz. Güzel bir an, tatlı bir an… Neden didişip dururuz, kapris yaparız, karışıp kalırız birbirimize?  Hayat o kadar güzel ve tatlı ki neyi paylaşamayız? Kıskançlıklar, kavgalar, küsmeler niye? Bu dünyada herkesin derdi kendiyle, her kes kendinden sorumlu. Karmalarımızı kirletmek niye? Yaptığımız her olay bizden bir şeyler götürüyor aslında. Oysa tertemiz bir yaşam, tertemiz düşünceler hepimize mutluluk getirecek. Ben artık bu felsefeyle bakıp etrafıma kocaman gülümsüyorum. Hiç kimseyle derdim yok, tek başıma kendimden sorumluyum. Hımmm kızımın, eşimin ve çevremin ihtiyacı olduğu sürece, beni çağırdıkları sürece yanındayım. Beni hayatlarında istedikleri sürece sevgim onların.  Daha fazlası yorucu ve yıpratıcı.  Zaten ilgilenmiyorum daha fazlasıyla. Kim ne yapmış bu saatten sonra umurum değil. Yatırımımın kendime. Kendi hayatımı, geleceğimi tertemiz yapmak hedefim. Tavsiye ederim, işler daha kolay hallediliyor böyle olunca. Çok konuştum. Staatsoper (Devlet Opera) binasının tam karşısında Hotel Sacher’in altında ki Sacher Café’ye yolunuz düşerse söylediklerimi hatırlayın ve kocaman bir dilim Sacher kekin keyfini çıkartın…
Sevgi ve saygı hiç eksilmesin hayatınızdan…